Peki nereye gitti Adriana? Ressam Bahar Akçura’nın bloğumdaki ikinci yazısı. Bu yazı aynı zamanda ilk yazının devamı niteliğinde. Yazıdaki resimler yine Bahar Akçura’ya aittir.

adriana
Peki, nereye gitti Adriana?

Adriana panikle, uçuşa uçuşa koşup odasına attı kendini. Tam atmak diyemeyiz buna. Önce ana koridordan, odaya giden ve odayı tecrit eden kalın duvarlı uzun giriş koridorunu geçmesi gerekti. Geçmem gerekti yani.

Adriana Nereye Gitti?

Midemde her an patlayacak bir bomba var hissiyle, nihayet, önceki yazıda anlattığım, 20. yy başı tımarhane odasına vardığımda, sanki bedenime radyasyonun girmesiyle beynim çıkıp gitmiş, beni terk etmiş gibiydi. Öyle bir panik hali, öyle bir şaşkınlık. Yarım saat bir şey yemeyecek, içmeyecek, duş yapmayacaktım. O yarım saatte, getirdiğim şeyleri yerleştirdim, yerlerini değiştirdim amaçsızca. Çıkışta atmak üzere yanıma aldığım eski cep telefonu sadece odaya bitişik giriş koridorunda kapıya yakın kısımda çalışıyordu ve sürekli şarjda kalması gerekiyordu. Telefonu oraya yerleştirdim. Odanın bir de kendi sabit telefonu vardı. Girer girmez telefon trafiği başladı: annem, babam, teyzem, dayım, yengem, kardeşim, kuzenler, kızım, kocam, kayınvalidem, arkadaşlarım… bu, cep telefonu her çalışında ışıksız bomboş koridora, odadaki telefon çalınca da oradan odaya koşmam demekti.

Adriana

İlk yarım saatin sonundan başlamak üzere, sabaha kadar, hatta önümdeki bir hafta boyunca mümkün olduğunca sık – aslında mümkünse aralıksız – duş yapmam, su içip idrara çıkmam, limon ve şeker yemem ve , maalesef, hayatta en tiksindiğim şeylerden biri olan şeyi yapıp, sakız çiğnemem gerekiyordu. Su, idrar, duş üçlüsü, vücuttaki radyasyonu atmak; şeker, limon, sakız üçlüsü ise radyasyonun büyük ölçüde tutulma ihtimali olan tükürük bezlerini aktif tutup, tükürük üretmesini, böylelikle kurumalarını, şişmelerini engellemek içindi. Bir yandan, radyasyon patlar matlar da ölürsem, bir tarafıma felç melç gelirse diye korkuyor, bir yandan da 1,5 aylık tatsız tuzsuz diyetim bitti, bir şeyler yiyebileceğim diye sevinerek yanımda getirdiğim krik kraklara bakıyordum.

Bahar Akçura

Bahar Akçura Yazdı

Televizyonu açtım. Daha önceki yazıda söylediğim gibi, bir kaç kanal çıkıyordu. Hepsi dini olan kanalların dışındaki tek seçenekte karar kıldım. Bir haber kanalı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşmüştü. Bütün gün ve gece o mezar gibi odada, sanki radyasyon bir yandan bedenimi çürütürken, durmadan kaza yerinde mahsur kalan ve maalesef kurtulamayacak olan gazetecinin sesini ve kazayı dinledim.

Süre dolunca, önce bir yalaktan farksız banyoya koştum (mimari detayların hissettirdikleri ayrı bir yazı konusu). Filmlerdeki gibi, ağlayarak keselenecek, bedenime tecavüz eden radyasyonu çıkartmaya çalışacaktım. Ama bu bir Amerikan yapımı değil, halis Türk yapımıydı ve su akmıyordu. Yahu, bize gözünüzü belerterek, defalarca siz söylemediniz mi ‘durmadan duş alacaksınız’ diye? Koştum, ağzıma şeker attım, bir yandan su içerek, hastane telefonundan bir yerlere ulaşmaya çalıştım. Karşıma çıkan kadın ‘ Hıııı, öyle orası, sular akmıyor. Eski bina ya, hep arıza oluyor’ dedi.

  • Ne yapacağım ben peki? Duş yapmam lazım benim.
  • Ya işte, eski binalar öyle hep. Koridorun sonunda, sağa dönünce, binanın öbür cephesindeki odalara biraz su geliyor.
  • E ben ne yapayım yani? ( dehşetim giderek artıyor, dışarı çıkmamız yasak, zaten çalışan kimse kalmadı tecrit bölümünde, radyasyon yapışıyor vücuduma, organlarıma, televzyonda gazetecinin sesi, ölüyor, Adriana?)

Bir müddet bu iletişimsizlikle sürüyor konuşmamız; bana öbür tarafta bir oda ayarlama ümidi ve sonra da ‘ ay maalesef hepsi doluymuş’la sonlanıyor.

  • Merak etmeyin, o kadar da önemli değil duş?????????

Allah’ın belası, ben yuttum radyasyonu! Çok önemli duş! Gitsin istiyorum vücudumdan. O kadar önemli değilse, bir koşu gelip sarılayım sana.

Radyasyon

Küçük küçük dildiğim limonlardan ağzıma atıyorum. Su içiyorum. Banyoya koşuyorum. Su yok. Musluğu açık bırakıyorum. Şeker yiyorum. Su içiyorum. Tuvalete gidiyorum. Sakız çiğniyorum. Öğürerek ağlıyorum. Telefon çalıyor. Koridora koşuyorum. Konuşurken odadaki telefon çalıyor. Odaya koşuyorum. Konuşurken su içiyorum. Sakızı atıp, limon ve şeker yiyorum. Gazetecinin sesi. Ağlıyorum. Su içiyorum. Telefon. Koşuyorum. İçerdeki telefon. Sakız çiğniyorum. Ağlıyorum….

Su sesi geliyor birden; havlumu kapıp koşuyorum. Su soğuk, soğuk, soğuk, buz gibi, ısınmıyor!!!! Oda soğuk, Ankara kışı (bahar henüz gelmemiş), su soğuk, havlum ıslak, kurumuyor. Isınmıyorum. Yukardaki döngü, araya buz gibi suyla duşun eklenmesiyle sabaha kadar sürüyor.

Bir ara kapım vuruluyor. Radyasyonumdan korkmayan bir görevli, bana 50 cm uzaktan bir tepsi uzatıyor. Yemek getirmiş. Geri çekiliyorum, ‘Çekilin, uzak durun, yere bırakın tepsiyi’ diyorum. Alıp içeri geçiyorum. Yemek bir bulamaç, sanki bir dışkı. 1,5 aydır açım, radyoaktifim, yalnızım, mutsuzum; bunu mu layık gördünüz bana? Bağırarak ağlıyorum.

Sonra, birden, odanın neredeyse tavanındaki, aşağı yukarı 40x40cm pencerenin önünden ‘Bahaaar’ sesi! Yatağın üstüne çıkıp, parmaklarımın ucuna yükseliyorum. Pencerenin önündeki kalın duvarlı 1,5 mlik dehlizin ucunda babam. Babam, babam, babam… yalnız değilim. Bu mezarda yalnız değilim. Kocam da oradaymış. Telefonda yemeği anlatıyorum. Babam bana ‘dürüm’ yaptırıyor yakındaki bir yerden. Hayatta hiç rüşvet vermemiş babam, radyasyonumdan korkmayan görevliyi bulup, para vererek yemeği bana gönderiyor.

Yemekten sonra sakız, limon, şeker,su, idrar, duş sürüyor. Galiba gazetecinin sesini duymuyorum artık . Aralarda yarım saat, 15 dakika falan sızıyorum. Sonunda sanırım 1-2 saatlik bir uykuya yeniliyorum.

Çıkabilirsin Adriana

Sabah gözümü açar açmaz ağzıma limon atıp banyoya koşuyorum. Geçerken aynada kendimi görüyorum. Daha doğrusu, birini görüyorum. Kulaklarımın altı, şakaklarım, bütün yüzüm yumru yumru şişmiş. Tanınmaz haldeyim. Saçlarım aralıksız yıkanmaktan iyiçe keçeleşmiş. Boynum, kulaklarımın altı, yüzüm kaskatı, acıyor. Önemli değil. Sabah oldu. Bugün çıkacağım. Gece boyu değiştirdiğim çarşaf, çamaşır ve giysileri bir torbaya koyuyorum. Bu odadan çıkarken hiç bir şey almayacağım. Bu geceyi burada bırakacağım.

Bahar Akçura

 

Öğlene doğru bir görevli gelip, 3m uzaktan radyasyon seviyemi ölçüyor. ‘Çıkabilirsin’ diyor.

 

‘Çıkabilirsin Adriana’. Adriana’nın saçını savuracak, koşarak spot ışığının altına geçecek mecali kalmamış. Adriana’ya ‘go’ diyen yok artık. Zaten Adriana değilim ben.

 

Nereye gitti ki bu Adriana?

Yorum Bırakın