Mennonitler ile sürpriz tanışmam Meksika’nın en güney ucunda Bacalar’da başlıyor. Bacalar, Meksika’nın Belize sınırında pek de turistik olmayan bir göl. Ne kadar göl desem de Orta Amerika yeni bir kıta olduğu için daha çok okyanusa benziyor. Hatta göldeki kanallardan Atlas Okyanusu’na ulaşabiliyorsunuz. Bu kanalları zamanında korsanlar kullandığı için bu kanallara korsan kanalları (pirate’s channel) deniyor. Tam burada Bacalar’ı başka bir yazıya erteliyorum çünkü bu yazı Bacalar’a gelmeden önce varlıklarından haberimin olmadığı muhtemelen birçoğunuzun da daha önce hiç duymadığı Mennonitler hakkında.
Bacalar’da öyle çok konaklama şansınız yok. Birkaç hostel birkaç da hotel var. Mavi Kurbağa (Blue Frog) isimli bir hostel buluyorum ve oraya yerleşiyorum. Pek lüks olmasa da gölün kenarında ve muhteşem bir manzarası var. Ayrıca kendine ait bir iskelesi var. Ranza fiyatına bir de bisiklet dahil ama herkes sabahtan iyi bisikletleri kaptığı için benim payıma ölmüş ama cenazesi kılınmamış rahmetli bir bisiklet düşüyor. Bunu da bulduğuma şükredip 40 derece sıcakta basıyorum her tarafı dökülen bisikletimin kontra pedallarına. Kan ter içinde hem gölün içindeki cenoteleri (sadece Meksika’da bulunan mağaraya benzeyen doğal kuyular) ziyaret ediyorum hem de sık sık karşıma çıkan iskelelerde manzarayı izlerken soluklanıyorum.
Mennonitler
Yine şikayet halinde bisikletimi sürerken karşıdan hasır kovboy şapkalı aynı şekilde giyinmiş 2 sarışın çocuk geliyor. Başta kostüm partisi gibi bir yerden geliyorlar sanıyorum. Meksika’nın bu kısmında çocuklarıyla seyahat eden turistlere rastlamak pek mümkün değil aslında. Yaklaşınca ifadesiz donuk bakışları olan, ellerindeki poşette sattıkları yer fıstıklarını taşıyan bembeyaz ama yanık tenli, mavi gözlü çocukların pek de turist olmadığını anlıyorum. Aklıma Amişler geliyor hemen ama Meksika’nın bu ucunda Amiş ne arar diyorum. Meksikalı bile zor geliyor bu kadar güneye J Hostele dönüp hostelde çalışanlara gördüklerimi anlatınca İspanyolca “mennonitos” diyorlar. “Ekmekleri ve peynirleri çok güzeldir, iyi de marangozdurlar. “ İnternette küçük bir araştırma yapıyorum ve Amişlere benzer bir dini tarikat olduklarını ama Amişlerden birçok yönde farklılıklar gösterdiklerini anlıyorum.
Sabah heyecanla Mennonitler için hazırım. Biraz korkarak beni oraya götürecek taksiyle anlaşıyorum. Tabii korkmama hiç gerek olmadığı sonradan ortaya çıkıyor.
Taksiyle 20 dakika kadar asfalt yolda gittikten sonra şehrin dışına çıkıyoruz. Ormanların içinden kimseciklerin olmadığı bir yolda ilerliyoruz. Yol bittiğinde karşımıza sağlı sollu çiftliklerin olduğu dar bir toprak yol çıkıyor. Zaman birden bire birkaç yüzyıl geriye atıyor. Yanımızdan atarabalarıyla ilginç giyimli insanlar geçmeye başlıyor. Sanki zaman bükülüyor ve biz içinde yolculuk ediyoruz. Mennonitlerin kasabasında yaşadıklarımı anlatmadan önce burada bir parantez açıp Mennonitler hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.
Mennonitler ismini bugünün Hollanda’sında bulunan Frieslandlı bir rahip olan Menno Simons’tan alıyor. Menno Simons (1496-1561) halihazırdaki Hristiyanlık uygulamalarını beğenmediği için; barışsever, şiddet karşıtı bir tarikat kuruyor. Savaş karşıtı, pasifist bu tarikat, Avrupa’da süregelen bitmek bilmeyen savaşlarda yer almamak için devamlı yer değiştiriyorlar. Pasifist inanışlarına tolerans gösteren ülkelere, kralların topraklarına göç ediyorlar.
Mennonitler Kimdir?
Dünyanın Afrika da dahil olmak üzere birçok kıtasında Mennonitler bulunuyor. Meksika’da ise yaklaşık 100.000 Mennonit var. Meksika Mennonitleri’nin ataları, 18 yüzyılda Almanya’dan (Batı Prusya) Rus İmparatorluğu’na göç ediyorlar. Rus Mennonitleri denmesine rağmen aslen Alman ve Hollandalılar. 1873 yılında Rus İmparatorluğu tarafında savaşa çağırılınca Mennonitlerimiz bu sefer “yeter bu Avrupa’daki savaşlardan çektiğimiz, bunların savaşı bitireceği yok” deyip ufaktan ufaktan her zaman barışçıl olmuş Kanada’ya kaçıyorlar. 1. Dünya Savaşı sırasında Kanada Hükümeti, Mennonitlere verdiği özerkliğin bir kısmını geri alınca Mennonitlerin muhafazakar olanları saçlarını başlarını yolup (bu kısmı ben uydurdum) yeni bir ülke arayışına giriyor. Birçok Mennonit Meksika Hükümeti’nden aldıkları garantilerle Kanada’dan Meksika’ya göçüyor.
Mennonitler, modern tarım tekniklerinden uzak bir şekilde genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Meksika Devleti’nden aldıkları tavizlerle Meksika vergi sisteminden ayrı, kendi kurallarıyla yaşıyorlar.
Mennonitler tutucu bir tarikat. Dünyanın birçok güzelliğine sırt çevirmişler, başka insan gruplarıyla, ırklarla karışmıyorlar. Hatta “Mennonitlerin bir ırk mı yoksa bir dini grup mu olduğu” tartışmaları hala sürüyor. Mennonitler müzik dinlemiyorlar, dans etmiyorlar, elektrik ya da internet kullanmıyorlar. Teknoloji ile yakından uzaktan hiçbir alakaları yok. Televizyon, radyo, facebook, twitter yok. Dolayısıyla bu yazıyı hiçbir zaman okumayacaklar. Sanatsal hiçbir faaliyet yok, motorlu tarım araçları ya da taşıt kullanmıyorlar. Ulaşımı hala 500 sene önce olduğu gibi atlı arabalarla sağlıyorlar. Kadınlar ve erkekler tek tip giyiniyorlar, böylece kibiri ortadan kaldırıp bir şekilde eşitlik sağladıklarına inanıyorlar. (aslında aynı sistem bizim okullarımızda da var)
Şiddet Karşıtı İnsanlar
Kendi elbiselerini kendi yetiştirdikleri pamuk ile yapıyorlar. Nedenini pek anlamasam da bazı Mennonitler kibiri temsil ettiği için düğme kullanmıyorlar. Alkol kullanmak, küfür etmek kesinlikle yasak. Mennonitlerin şiddet karşıtı olduklarını söylemiştim. Kısaca şöyle açıklayayım: Bir Mennonit’e gidip yumruk atarsanız kesinlikle karşılık vermeyecektir, bir Mennonit’e öldürmek için saldırırsanız bile dinleri gereği karşılık vermeyecektir. Siz yine de şansınızı zorlamayın. İnsanoğlu bu, içindeki vahşi ortaya çıkıp boynunuzu kırabilir. Sonuçta adamlar en az 1.90 boyunda çiftçiler. Tabii siz bilirsiniz.
Zamanda Yolculuk
Nerede kalmıştık? Mennonitlerin kim olduğunu anladıysak hikayemize geri dönebiliriz. Toprak yola girdikten hemen sonra birkaç yüzyıl geriye ışınlanıyoruz. Şoförüm Felipe, Doctor Brown; ben Marty McFly şaşkınlıkla izliyoruz sağı solu. Felipe’ye kasaba merkezini soruyorum, ileride diyor (o da ilk defa geliyor aslında).
Arabayı yol bitene kadar uzunca bir süre buğday tarlaları arasında sürüyor. Yol bitince bir atarabasını durdurup içindeki adama İngilizce “kasaba merkezinin nerede olduğunu” soruyoruz. Şansımıza adam Belize Mennonitleri’nden çıkıyor. Belize, birkaç kilometre ötede İngiliz sömürgesi bir Karayip ülkesi. Meksika’daki Mennonit toprakları taa oraya kadar uzanıyor. Tabii Mennonitler için bir sınır yok. Belize Mennonnit’leri çat pat olsa da İngilizce biliyor.
Amcamız Belize Mennonit’i olsa da Meksika’da yaşıyormuş. Mennonitlerde kasaba merkezi olmadığını, yol boyunca sadece sağlı sollu çiftlikler, okul, kilise ve bakkal olduğunu söylüyor. Gelmeden hostel sahibinden Mennonitlerin ekmekleri ve peynirleriyle ünlü olduğunu öğrenmiştim. Adama “nerede bulabileceğimi” sorunca, “beni takip edin” diyor. Atlı arabanın arkasına takılıyoruz. Bir süre sonra adamın çiftliğine giriyoruz. Ben bayağı tedirginim çünkü ilk defa karşılaştığım bu enteresan insanların ne yapabileceğini kestiremiyorum.
Adam, at arabasını evin bahçesine sokar sokmaz evden 5 ila 15 yaş arası bir sürü kız çocuğu, babalarını karşılamaya çıkıyor. Bakın, katillerin, hırsızların, silahlı çetelerin cirit attığı birçok tehlikeli yere girdim ama hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Arka arkaya dizilmiş dışarı çıkan kız çocuklarının yüzünde hiçbir ifade görmüyorum. Hayatımda ilk defa ifadesiz insanlar görüyorum. Sanki uzaylılar tarafından kaçırılmışım da küçük kız çocuklarının ruhunu ele geçirmiş zombiler tarafımdan kanım emilecek gibi.
Mennonitlerin Gizli Yaşamı
Adam bana “çık geldik” gibisinden bir bakış atınca kaçmayı kendime yediremeyip arabadan dışarı çıkıyorum. 7-8 tane çocuk var etrafta, bu kadar çocuk olmasına rağmen garip bir sessizlik var. Hiç kimsenin yüzünde ifade yok. Mutluluk, üzüntü, utanç ya da merak; hiçbir şey yok. Buz gibi insanlar. Sadece verandadaki küçük bir kız merakla ve korkuyla izliyor beni.
Biraz sonra küçük bir kız elinde tepsiyle 2 çeşit peynir getiriyor. Tadıyorum, iki peynir de tuzsuz. Bizim damak tadımıza pek uymasa da Meksika’da peynir bulmuşum 1 kilo alıyorum, ayıp olmasın diye biraz da. Adam ekmek kalmadığını ama birkaç kilometre ötedeki bakkalda belki bulabileceğimi söylüyor. Fotoğraf çekmek için izin alıyorum, izin veriyor ama daha çok rahatsızlık vermemek için birkaç fotoğrafla yetiniyorum.
Verandada down sendromlu bir bebek görüyorum ve fotoğrafını çekiyorum. Mennonitlerin nüfusu az olduğu ve Meksikalılarla karışmayı reddettikleri için sürekli aile içinde evlilik yapmak zorunda kalıyorlar. Bu da genetik rahatsızlıkların bolca rastlanmasına sebebiyet veriyor. Geldiğimizden beri verandada saklanarak beni izleyen sonra biraz daha yaklaşmaya cesaret eden kızın fotoğrafını çekiyorum. Bu arada tek gözünü eliyle kapatıp saklanıyor benden, diğer gözüyle hala beni izliyor.
Taksiye atlayıp misafirperverlikleriyle beni şaşırtan bu aileye elveda ediyorum. Yol boyunca ilerliyoruz ve okula bir benzer yapı görünce duruyoruz. Mennonit kilisesi ya da evler gibi basit bir yapı. Ne elektrik telleri var ne de çanak anten. Okulun kocaman bahçesinde kız ve erkek çocukları ayrı bir şekilde koşturuyorlar. Buradaki çocuklar çığlık çığlığa gülüyor, eğleniyor, koşturuyorlar. Beni görünce hepsi merakla gözlerini dikiyorlar. Buraya muhtemelen hiç ama hiç turist gelmiyor. Yabancıya hiç ama hiç alışık değiller. Elimde kamerayla bir anda herkesin ilgi odağı oluyorum.
Başka Bir Dünya
Cesaretimi toplayıp okulun bahçesine giriyorum. Erkek çocukları etrafıma toplaşıyorlar. İspanyolca sorularıma tepkisiz bir şekilde bakıyorlar. 100 yıldır yaşadıkları Meksika’nın dilinden bir kelime bile bilmiyorlar. Çocuklara diğer insanlarla karışmasınlar diye İspanyolca ya da başka bir dil öğretmiyorlar, yetişkinler de ükenin dilini ihtiyaçları olduğu kadar konuşabiliyorlar. Çat pat Almancamla “nasılsınız?, adın nedir?” diye soruyorum çocuklara. Cevap veriyorlar, dünyada rastladığım her çocuk gibi gülümsüyorlar. Fotoğraflarını çekerken uzaylı görmüş gibi inceliyorlar beni. Kız çocukları uzaktan gözlerini ayırmadan izliyorlar olan biteni.
Dışarıda olağandışı şeyler olduğunu duyan öğretmenleri dışarı çıkıyor. 2 metre boylarında iri yapılı bir adam yanıma yaklaşıyor (tabii içimden “sıçtık bu sefer” diyorum. Tabii o zaman şiddet karşıtı olduklarını bilmiyorum) Yanıma geliyor ve hiçbir şey demeden dikiliyor. Ben de Almanca merhaba deyip elini sıkıyorum. Yüzü buz gibi. Kovamıyor, “defol git” de diyemiyor. İstenmediğimi bu şekilde anlatmaya çalışıyor. Tabii kısa sürede anlayıp yavaştan ikiliyorum. “Aufwiedersehen”
Dönüş yolunda kovboy şapkaları, ekose gömlekleri ve crocs benzeri sandaletleriyle çizgi film karakterlerine benzeyen çocuklar okullarından, Amerikan işçileri için dayanıklı olsun diye üretilmiş kot pantolonları gibi sağlam ve inatçı bakışlarıyla çiftli erkekler tarladan evlerine dönüyorlar.
Doğal pamuklu malzemeden kendi yaptıkları melon şapkalarıyla kadınlar adeta tarihi bir film sahnesinden çıkmış gibiler. Çenelerinin altına bağladıkları şapkaları rüzgara da güneşe de Audrey Hepburn kadar naif bir şekilde tebessüm ediyor. Sanki bir Monet tablosunda gibiyim. Bilinmeyeni, bilmediğimi keşfetmenin mutluluğuyla sarhoş oluyorum.
Meksika’da Farklı Bir Yaşam
Mennonitler benim gördüğüm en güzel insanlar. Hepsi sanki Hollywood filminden çıkmış gibi güzeller. Uzun boylu, yumuşak yüz hatlarına sahip, sağlıklı beslenip, fizik gücüyle çalıştıkları için obezitenin görülmediği sağlıklı insanlar.
Çalıların arkasına saklanıp çok rahatsız etmemeye çalışarak farklı bir dünyada ve zamanda sıkışmış bu insanları fotoğraflıyorum. Hava kararmaya başlıyor ve ayrılma vakti gelip çatıyor. Bakkala gidiyoruz ama ekmek kalmamış. Şansımıza küsüp dönüyoruz. Yol üstünde otostop çeken 60’li yaşlarında bir Mennonit’i alıyoruz arabamıza. Şimdi size anlattığım birçok şeyi ondan öğreniyorum. Sorulara boğuyorum. Müzik, dans alkol olmadığını anlatıyor. Evinde televizyon var mı diyorum? Hayır diyor. O da merak edip “nerelisin” diye soruyor. Ben, Türkiye deyince duraklıyor birkaç dakika sonra “Amerika’da mı?” diye soruyor. Adam sadece Amerika’yı biliyor çünkü okullarında ne tarih ne de coğrafya okutuluyor. Haritalar insanları hayallere sürükler, ufkunu açar, coğrafya merakı körükler. Mennonitler bunu istemiyor. Mennonitler 1500’lü yıllarda yaşamaktan memnunlar. Bunları yazarken tabii ki bu insanları yargılayarak yazmıyorum.
Bacalar’a ulaşıyoruz. Amcayı ineceği yere bırakıp elini sıkıyorum, para uzatıyor bana. Kabul etmiyorum. Hoşuma gidiyor ama. Bu bile ne kadar güzel ahlaklı olduklarına küçük bir örnek aslında. Gizli saklı bir yaşamları olan bu ilginç insanları seviyorum.
13 Yorum
Gezerken de fotoğraflarını paylaşmıştın. Bir hikaye bekliyordum ama bu kadar farklı noktaları olan br hikaye beklemiyordum. Bir de yabancıları sevmedikleri açık iyi ki sadece git der gibi bakıyorlar aksi bir durum olsa parçalarlar adamı heralde 🙂
Cok ilginc kadinlarini merak ettim
yok mu bu durumun bir ortası? ya teknolojiden ve sosyallikten boğulacağız ya yalnızlıktan…( Bu arada güzel bir gezi -gözlem yazısı olmuş. Zevkle okudum.)
Gerçekten cok guzel bir yazı. Fotoğraf ise harika. Hangi makine ve hangi lens ile cektiniz öğrenebilir miyim acaba?
Fotoğraflar film karesi gibi. Harika bir yazı hiç bilmediğim rotalardan.
çok teşekkürler Burcu hanım
Harika bir yazı olmuş zevkle okudum..
çok teşekkürler 🙂
Yazınız ve fotoğraflarınız çok hoş, emeğinize sağlık. Teşekkür ediyorum, bugün sayenizde yeni bir şey öğrendim 🙂
çok teşekkür ederim 🙂
Harika bir yazı Ufkumu açtınız
Menonitleri daha evvel de araştırmıştım ama sizin yazınızdaki samimiyet betimlemeler beni sanki yanınızda sizinle yolculuk yapıyormuşum gibi hissettirdi.
Teşekkürler.
Çok güzel anlatmışsınız.
Çok akıcı ve doyurucu.