Bu hafta bloğumun konuğu akademisyen Meltem Ersoy. Güçlü kalemiyle ve fotoğraflarıyla gezi yazıları arasında okuduğum en güzel yazıyı yazmış bizlere.
Meltem Ersoy Yazdı
Tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler. Çokça yaptığımız muhabbetler bunlar artık. Kaçıp gitme hayalleri, yeni hayat tahayyülleri, gidenlere özenenler, gitmeyenleri anlayamayanlar, pek çok sohbete konu olur oldu.
Geçen gün arkadaşımın gönderdiği bir yazıyı okudum. Tükenmişlik sendromu istemediği bir mesleği seçmiş olan ve hayalkırıklığıyla yaşayan insanların düştüğü bir durumdur diyor. Hayalkırıklığı dedin mi bizim coğrafyaya geleceksin. Umutla hayata tutunan, ince çizgilerde dolanan, hunisi mutlaka bir köşede duran insanlar olarak bir gün daha, bir gün daha kötülükler yaşadıkça içimizde bir şeyler bizi terk eder oldu. Umutlarımızı başka coğrafyalara ertelemeye başlar olduk ki bu durumda günlük hayata katlanmak belki de daha zor hale geldi. ‘Neden Amerika’dan döndüm ki’ diye merak edenler, yurtdışına başvurmam için gelen ısrarlar arasında bildiğim bir şey var. Bu, hissiyat düzeyinde bir bilgi elbet. Keyifle ve isteyerek bir yere gitmekle, zorunlu gitmek arasında sıkı bir fark var. Mecbur hissedip ülkenden ayrılınca adın mülteci oluyor. O zaman aklının bir köşesinde ev benimsediğin yer ve ona dair endişelerin muhtemelen her daim yer buluyor.
Peki, temelli gitmeyi içimize sindiremiyorsak gezmeye de mi gitmeyeceğiz? Gezmeli ki hiç değilse şarj, olmadı şarz olmalı sevgili okur. Hele de hunimiz bize çokça göz kırpmaya başladıysa, hayatın yakasına yapışmaktan başka yol da yok demektir.
Gezmek, görmek ve keşfetmek bende bu dönemlerin de ötesinde bir ihtiyaç ve hatta belki de bağımlılık. Öyle ki, dertsiz tasasız Norveç’te de olsam, zannetmiyorum ki üçgen çatılı kulübemde oturup kalırdım.
Hayatta birtakım şeyler derinin altına girdi mi, sürekli kendini onlara çekecek yollarda buluyor insan kendini.
A Curious Mind
Gezmek insanda yeni ve farklıyı görmek ve en çok da merak ihtiyacını karşılamak için bulunmaz bir kaynak. Merak deyince, Brian Grazer diye bir yapımcı var. Filmlerinden izlemediğimiz nerdeyse yoktur, öyle diyeyim. Başarısız bir öğrenci olarak büyürken, bir gün büyükannesi kendisine meraklı oluşunun ne kadar güçlü bir özelliği olduğunu söylüyor. Bu inanç onu kariyerinde oldukça başarılı bir noktaya getirdiği gibi, bir süre önce de ‘A Curious Mind’ adında bir kitap yayınladı. Kabaca Türkçesi’ne ‘Meraklı bir Zihin’ diyelim. Kitap, Grazer’ın 30 yıldır farklı mesleklerden ünlülerle yaptığı diyaloglardan oluşuyor.
Merakla başladığın yolda karşına ne çıkacağını bilmiyorsun. Bazen seni öyle güzel şaşırtıyor ki.
Yanlış anlaşılmasın, öyle sertifikalı bir gezgin değilim (bknz. bu bloğun sahibi 😉). Fırsat oldukça yeni yerler görmeye çalışıyorum, her yeni yıl dileklerim arasına en az beş yeni yer göreceğim diye yazıyorum. (Secret filan bakarsın işe yarar sevgili okur, kaçırmayalım böyle fırsatları 😉
Iguazu, El Calafate, Sistin Şapeli
Gezdiğim yerler arasında özellikle etkilendiğim üç yerden size söz etmek istiyorum. Biri Arjantin Brezilya kesişiminde yer alan Iguazu, biri Arjanin Şili kesişiminde yer alan El Calafate. Biri de çok başka bir sebeple, Vatikan’da bulunan Sistin Şapel. Buralarda hissettiğim şeyleri sanırım her zaman hatırlarım.
Yazıya fotoğraflar dahil etsek de, Arjantin’deki bu yerler fotoğrafla videoyla asla tam kavranamayacak, ancak içinde bulunup o tecrübeyi yaşayarak anlaşılabilecek yerler. Biri gürül gürül şelaleleriyle, diğeri ihtişamlı buzullarıyla birbirine epey zıt özelliklere sahip. Iguazu hem Arjantin’den hem Brezilya’dan gezebileceğiniz bir şelaleler cenneti. (Gitme şansınız olur da bir seçim yapmak mecburiyetinde kalırsanız, kesinlikle Arjantin tarafında kalmalısınız. Yağmur ormanının içinden gezmek bambaşka bir deneyim, Brezilya tarafındansa ancak uzaktan izlenebiliyor.)
Şeytanın Boğazı
Özellikle bir şelale var ki, Şeytanın Boğazı isimli, sesiyle daha uzaktan kendini göstermeye başlıyor. Yanına geldiğinizde muazzam yoğunluktaki köpükleriyle karşılaşıyorsunuz. Sizi karşılıyor denemez çünkü şelale yalnızca kendiliğinde var olmakla meşgul, ziyaretçileri olsa da olmasa da aynı hız aynı ses aynı bereketle devam ederdi. Şelaleden sola doğru baktığınızda, ağaçlı kayaların arasında yükselen dumanını görüyorsunuz. Yüzüklerin Efendisi’ndeki Elf diyarına ait olabilecek bir yer. İnsanda çok başka bir his uyandırıyor. Köpüklerinin arasına kendini bırakmak isterken-ki o kuvvete can dayanmaz bildiğin halde, doğanın ne muhteşem ve heybetli olduğunu, bu sisteme dahil olduğun için ne kadar küçük, bir o kadar da şanslı olduğunu hissediyorsun. Sanki bir şekilde taşlar yerine oturuyor. Bende biraz coşku biraz da sakinlik yarattı. Zıt ikilikleri bu kadar uyumlu barındıran bu yeri umarım bir gün görme fırsatın olur gezgin ve meraklı okur. Gidersen, şelalenin altından geçiren turlardan yapmayı da ihmal etmeyesin.
El Calafate, Patagonya‘nın göbeğinde bir buzullar şehri. İçinden geçtiğin ormanlarda bile büyülü bir hava var. Bildiğimiz gördüğümüzden farklı bir gerçeklik gibi. Ormanların arasından geçip de kafayı kaldırdığında karşında dikilen buzullar, aralarda yansıyabilen tek renk olan mavileriyle, doğanın bir başka yüzünü oluşturuyor. Gürül gürül şelalelerin tam tersine son derece durağan ve sessiz bu coğrafya, yine nasıl bir zerresin, ne muhteşem bir yerde yaşıyorsun hissini, huzur ve hayranlıkla karıştırıp gösteriyor. Buraya gidersen, mutlaka Perito Moreno buzulu üzerinde buz trekingi yap maceracı okur, her şeyden koptuğun, etrafının uçsuz bucaksız buzul olduğu, beyazdan ve maviden başka bir şey göremediğin bu eşsiz deneyimi kaçırma. Hayal etsene, nasıl bir huzur.
Meltem Ersoy’un Yazısı
Geldik Sistin Şapel’e. Burayı gezmek, en acaip deneyimlerimden biriydi. Burası, insanın sınırsızlığına hayranlık uyandırarak sarmaladı beni. Dar koridorlardan içeriye ulaştığında (ki umarım gezersen yoğun turist sezonuna denk gelmez de tadını çıkarırsın sevgili okur; sıra beklememek için de müze biletini internetten önceden almayı ihmal etme) sanat tarihinin çok önemli resimleri karşıyor seni. Hem resimlerin çoğu tanıdık hem de neden bu kadar ünlü oldukları saniyeler içinde kendini belli ediyor. Bir insan evladı, kubbeli bir yapının tavanına, böyle inanılmaz güzellikte resimleri, doğru açıları ayarlayarak filan nasıl yapar, inan aklım almıyor.
Bu galiba bende umut uyandırıyor. İnsanın güzel şeylere nasıl kadir olabildiğini gördükçe gözlerim filan doluyor duygusal okur. Bunun da ötesinde bir his verdi bana Şapel, bir şeyin parçası olmak, bir bütüne mükemmel uyumla bağlı olmak, tam ve güvende olmak ve bulutlar arası bir huzur. Hissiyat anlatmak her zaman kolay değil, ama yakın ifadesi sanırım böyle. Doğa insana küçüklüğünü, önemsizliğinden kaynaklanan önemliliğini ve muazzam bir şeyin parçası olduğunu hatırlatıyor. İnsanın ürettiği şaheserler de bu muazzamlığı nasıl tamamladığını ve büyüttüğünü. Sanırım. Sen ne dersin düşünceli ve felsefi okur?
Bu yazıyı Barselona yolunda tamamladım. Burada ne hisler ne muhteşemliklerin beni beklediğini düşünerek yola çıktım; beni hiç şaşırtmadı. Bu muhteşem şehri de listene mutlaka ekle, öneri gerekirse buradayız sevgili okur. Sevgi ve umutla.
Meltem Ersoy’un diğer yazılarını merak ediyorsanız bloğuna göz atabilirsiniz. https://citylifeinspirations.tumblr.com/